Çağımızda tedavi olunacak kurum seçimi değişkenlik gösteriyor. Eski, bilinen hasta hastanesini seçer sorusunun yanıtı aranırken artık tek bir kriter göz önünde bulundurulmuyor. Hastalar, kendi sağlıklarının önemini vurgularcasına adeta kılı kırk yararken, hastaneler de bu seçimde öne çıkabilmek için farklı teknikler geliştiriyor.
Sağlıkta PPP kavramı gündeme taşınıyor
Kamunun farklı ihtiyaçlar için özel sektörle farklı işbirlikleri ve farklı uygulamaları bulunuyor. Konuya sağlık sektöründeki PPP çalışmaları açısından baktığımızda ise ilk örneklerinin hayata geçtiğini ve diğer projeler için de çalışıldığı görülebiliyor. Peki nedir bu PPP ve hem sektörde, hem de ülkemizde neleri değiştirebilir?
Her şeyden önce PPP?yi açmak, detaylandırmak gerekiyor. ?Public Private Partnership? kavramının kısaltması olan PPP için özetle, kamunun, vatandaşlara daha kaliteli hizmet verebilmek adına özel sektörle yaptığı uzun vadeli işbirliği diyebiliriz. Detayına indiğimizde ise benzer işbirliklerinin ötesinde bir devlet ? özel sektör ortaklığı ortaya çıkıyor.
Sağlık sektöründe PPP kapsamında hâlihazırda 30?a yakın proje bulunuyor. Bu projelerden ilkinin hayata geçmesi için Kayseri?de çalışmalar sürdürülürken toplamda 22 farklı ilde de benzer çalışmalar planlanıyor. PPP?nin getireceği avantajlar arasında hastanelerde yatak başına düşen metrekare sayısının artması ve hastaların daha konforlu bir tedavi süreci yaşaması öne çıkıyor. Aynı şekilde istihdamı arttırıcı bir etki yaratması da bekleniyor.
PPP?lerin günümüzde kullanılan Yap-İşlet-Devret ya da Kamu İhale Kanunu?na tabi projelerden önemli farkları bulunuyor. Bu farkların başında ise süreden bahsedilebilir. Örneğin sağlık alanındaki PPP?ler için 25 yıllık bir sözleşme dönemi söz konusu. Bu anlamda da mevcut 5 yıllık projelerle kıyaslandığında gerek fizibilite çalışmaları olsun, gerekse işletim ve yenileme maliyetleri olsun ciddi farklar ortaya çıkıyor. Ancak bu farkların olumsuz yönde değerlendirmek yerine olumlu taraflarına da bakmak gerekiyor. Örneğin sürenin uzun olması ve PPP sözleşmelerinin müteahhit firma ve işletmeci firma olarak ayrı ayrı gruplandırılabilmesi ilk akla gelen olumlu özellikler olarak sıralanıyor. Bugünkü klasik kamu alım yöntemi ile karşılaştırıldığında PPP sistemi daha pahalı olarak gözükse de aslında 25 yıl boyunca ödenecek tutarın belli olması ve ilk günkü kalitede hastanenin ayakta tutulması düşünüldüğüne asıl fayda ortaya çıkacaktır. İlave olarak sürekli ihale yapmanın getireceği iş yükünden tasarruf ve özel sektörün işletme bilgisi kullanılarak ortaya çıkacak diğer sonuçlarda yadsınamaz.
Peki PPP olarak planlanmış bir hastanenin, mevcut hastanelere oranla nasıl farkları bulunuyor? Birincisi; hazırlanan planlarda eski ya da artık yetersiz kalan hastanelerin ve içindeki cihazların tamamen yenilenmesi söz konusu. Medyada kendine ?Yeni Sağlık Kentleri Kuruluyor? başlıklarıyla yer bulan bu konuda, şehrin içindeki mevcut hastanelerin yıkılarak, belirlenmiş özel bir bölgede bir araya getirilmesi ilk farklılık olarak göze çarpıyor. Hastane binalarının yeniden yapılması ve PPP sözleşmeleri kapsamında havalandırmadan yatak başına düşen metrekare sayısına, binalar arasındaki sosyal tesislerden otopark alanlarına kadar 20 farklı kriterin kullanılması, mevcut sisteme göre daha verimli ve konforlu bir çalışma ve tedavi ortamı oluşturulabilmesinin önünü açıyor. Aynı bölgede toplanmış bu hastanelerin birbirleriyle aynı tedavi olanakları sunmasındansa, belirli konularda özelleşmiş hizmet vermesiyle de uzmanlaşmayı teşvik edici bir yapı kurmanın ilk adımları atılabiliyor.
10 Milyar doların üzerinde bir projeler bütününden bahsettiğimizde işin önemi ve boyutu bir kez daha ortaya çıkıyor. İngilterede 10 yıldan fazla zamandır uygulanan bu model halen değişimlere uğramaktadır. Ülkemizde de bir öğrenme dönemi yaşanması kaçınılmazdır. Projeye ilk başlanıldığında bu iş olmaz diyenler artık neden olmasın noktasına gelmiş bulunmaktadır. Ama halen atılması gereken noktalar bulunmaktadır. Programın önündeki en büyük engel kamu mentalitesi ile ihalelere yön vermek olacaktır. İlgili PPP hastanesi özel sektör ile ortaklaşa yönetileceği için projenin ilk zamanlarında gösterilecek ortak yaklaşım projenin başarısında büyük etki yapacaktır.
PPP?nin Türkiye?deki hazırlık dönemi aslında 2004 yılına kadar dayanıyor. O tarihten bu yana gerek mevcut mevzuat, gerekse yurtdışındaki örneklerin incelenmesi sonrası Türkiye?ye özgü bir sistem kurgulanmış durumda. Milyarlarca dolarlık yatırımların söz konusu olduğu bu alanda elbette alınması gereken daha çok yol bulunuyor.
PPP ve sağlık politikaları konusunda Sağlık Bakanlığı koordinasyonunda sürdürülen bu çalışmayla ilgili gelişmeleri takip ederek buradan duyurmaya devam edeceğim.
Bu yıl üçüncüsü düzenlenen ve sektörün bugünüyle geleceğinin değerlendirildiği Sağlıkta İnovasyon ve Sürdürülebilirlik Forumu?nda, başta kamu kurumları temsilcileri olmak üzere üniversiteler, sektör STK?ları ve özel sağlık sektörü yöneticileri bir araya geldi.
İş dünyasında çalışan ? yöneten ayrımında artık Y kuşağı ayrı bir önem taşıyor. Günümüz yöneticileri artık geleneksel yöntemleri çoklu nesil yönetim tarzıyla yenilemek durumunda…
İş dünyasında bugün yaşadıklarımıza benzer, birden fazla kuşağın aynı anda sahnede olduğu dönemle çok nadir karşılaşılır. X kuşağı olarak tanımlanan 1964 ? 1980 arası doğumlular; 1980 sonrası doğumluları tanımlayan Y kuşağı ve elbette İkinci Dünya Savaşı sonrası 1964?e kadar olan dönemi temsil eden Baby Boomers kuşağı.
Dünya sürekli değişiyor, gelişiyor. Bu da mevcut yöntem ve tekniklerin geleceğin koşullarına göre yeniden tasarlanmasını ve uygulamaya geçirilmesini gerektiriyor.
Türkiye, nüfusu ve kapladığı coğrafi alanın genişliğiyle hem bölgede hem de dünya genelinde önemli bir konumda bulunuyor. Elimizdeki verilere ve nüfus yapısına bakıldığında ise tıp eğitiminin önemi daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor.
Nüfusun artması ve giderek yaşlanması sonucunda hastalık yapısı ve buna bağlı olarak sağlık bakım ihtiyaçları değişmektedir. Gelir seviyesinin yükselmesi, teknolojik ilerlemeler ve toplumun tamamının kapsanmasını hedefleyen sağlık sigortası sistemlerinin tüm ülkelerde gider ek yaygınlaştırılması, daha iyi sağlık hizmetine olan talebi artırmaktadır. Taleple birlikte artan sağlık harcamaları, sektörde maliyetlerin kontrolü ve verimlilik arayışlarını beraberinde getirmektedir. İlerleyen teknolojiyle birlikte yaratılan yeni ürün ve hizmetler, teşhis ve tedavi imkanlarını geliştirerek, ileride karşılaşılabilecek maliyetlerin önlenmesini sağlayabilir ve böylelikle uzun dönemde sağlık sisteminde verimliliği artırabilir.
TÜSİAD tarafından hazırlanan ?Türkiye?nin AB Üyeliği Sürecinde Sağlıkta İnovasyon Raporunu” indirmek için tıklayınız…
Dünya Kalp Federasyonu, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Ekonomi Forumu 11.Dünya Kalp Günü dolayısıyla yaptıkları özel açıklamada Kalp ve Damar hastalıkları nedeniyle yılda 18 milyon insanın hayatını kaybettiğini açıkladı. 2004 yılına oranla dünya genelinde yüzde 29’luk bir artışla karşı karşıya olunması, durumun ne kadar aciliyet taşıdığını da gösteriyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün mevcut durumla ilgili tahminleri, 23.6 milyon insanın 2030 yılında kalp ve damar hastalıkları nedeniye hayatını kaybedeceği yönünde.
Yine Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamlarına göre 2005’de tüm ölümlerin yüzde 60’ını oluşturan kronik hastalıklardan dolayı hayatını kaybedenlerin sayısı ise 35 milyon. Kardiyvasküler hastalıklar nedeniyle ölenlerin sayısı bu ölümlerin yüzde 30’unu oluşturuyor. Türkiye’de ise bu rakam 200 bini aşıyor. Son yıllarda artan farkındalığa karşın bu rakamın azalacağına gittikçe arttığı Dünya Kalp Federasyonu tarafından ifade ediliyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarında dikkat çektiği bir diğer önemli husus ise dünya üzerinde kalp ve damar hastalıklarının yoğun yaşandığı bölgelerle ilgili. Örgüt, bu hastalıklarla en çok ülkemizin de dahil olduğu Doğu Akdeniz bölgesinde karşılaşıldığına dikkat çekiyor. Türk Kardiyoloji Derneği’nin araştırmalarına göre dünyada 18 milyon, ülkemizde ise her yıl 207 bin kişi kalp-damar hastalıkları nedeniyle hayatını kaybediyor.
Sağlık Bakanlığı’nın Dumansız Hava Sahası kampanyası çerçevesinde yayınladığı Sigara ve Kalp Damar Hastalıkları kitapçığındaki bilgilere göre ülkemizde meydana gelen ölümlerin yaklaşık %40’ının nedeni olarak kalp ve damar hastalıkları gösteriliyor. Ülkemizde yoğun bir kampanya altında yürütülen Dumansız Hava Sahası gibi çeşitli kampanyalarla, özellikle tütün ve tütün mamülleri nedeniyle kalp ve damar hastalıklarına yakalananların sayısı azaltmış olsa da alınması gereken daha çok yol olduğu da bir gerçek. Özellikle de geçen yüzyıl ölüm nedenleri sıralamasında kalp hastalıkları daha alt sıralardayken, günümüzde birinciliğe yükselmişken…
İnsan hayatı, tarihin tüm dönemlerinde önemini kaybetmeyen bir tanım olarak karşımıza çıkmakta. Hastaların tedavi yöntemleri ise zaman içinde sürekli değişti ve gelişti. Yakın geçmişi baz aldığımızda sağlık sektörünün, hasta tedavi olmak için doktora gittiğinde devreye giren bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Bu yapının günümüzde büyük ölçüde kendini muhafaza ettiğini de söyleyebiliriz. Ama artık bu yapı, teknolojinin de etkisiyle değişiyor. Bugün reaktif olarak tanımlayabileceğimiz kişisel sağlık hizmeti yavaş yavaş geleceği tahmin eden, proaktif bir yapıya bürünmeye başlıyor.
Önce geçmiş ve bugündeki yapıya bakalım. Bir kişinin doktorla, hastaneyle olan ilişkisi kendisinde bir rahatsızlık hissettiğinde ya da yakınları tarafından yönlendirildiğinde başlıyor. Hastaya, muayene ve kontrollerin ardından teşhis konuluyor ve bu teşhis sonrasında tedavi sürecine başlanılıyor. Hastalığın tipine ve ne kadar ilerlediğine bağlı olarak da tedaviler uygulanmaya başlanıyor. Ancak bu, hastalığın tedavisinin her zaman başarıyla sonuçlanmasının önünde bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Hastalığın geç teşhis edilmesi, kişinin geçmişindeki rahatsızlıklarının bilinmemesi nedeniyle sonuç her zaman olumlu olmayabiliyor.
Günümüzde bu durum, gelişen teknolojinin de yardımıyla bir nebze olsun azaltılmış olsa da dünyanın her bölgesi için geçerlidir yorumunu yapmak pek mümkün değil. Evet, maliyetler düşürülüyor, kalite kontrol edilebiliyor, ürünlerin entegrasyonu ve hastanın bakımı daha doğru bir şekilde yapılabiliyor, ancak kişiye özgü tedavinin tam anlamıyla kullanılabilir olmaması nedeniyle sağlık sektöründe alınması gereken uzun bir yol da bulunuyor.
Bu iki dönemin ardından geleceğe daha umutlu bakmamızı sağlayan etkenler de yok değil. Sağlık hizmetlerinde üçüncü dönem diyebileceğimiz bu yapı, eksikliği hissedilen kişiye özgü tedavinin kapılarını ardına kadar açıyor. Yeni dönemde hastalarla ilgili tüm bilgiler, teknolojinin de yardımıyla bir veri ambarında tutulabiliyor. Özel yazılımlar, bu veri ambarlarındaki bilgileri değerlendirerek hastaya özel ilaç ve tıbbi çözüm kullanımını sağlamaya hazırlanıyor. Hasta, tedavisine teşhisin konulduğu yerden binlerce kilometre uzakta başlasa bile hakkındaki verilere her istenildiği an ulaşılabiliyor. Erken teşhis ile teşhis ve tedavinin birleşmesi süreci kısaltırken doğru yöntemlerin uygulanması başarı oranını ve verimliliği yükseltiyor.
Geleceğin fotoğrafına baktığımızda, bugüne kadar uygulanan reaktif yapının yerini proaktif yapıya bırakacağını, hatta bırakmaya başladığını görebiliyoruz. Veri ambarlarında tutulan veriler doğru bir analizle kişide henüz hastalık ortaya çıkmadan yaşanabilecekleri öngörüyor. Teknolojinin sağlık sektörüne hediyelerinden biri olan veri madenciliği, sadece kişiye özgü tedavide değil, bir bölgede ya da ülkede yaşanabilecek kronik rahatsızlıklar ile sık karşılaşılan hastalıkların analizinde de büyük önem taşıyor.
Geleceğin fotoğraf karelerinde önemli bir pay da moleküler tıp alanında yaşanıyor. Her geçen gün geliştirilen tekniklerle moleküler tıp daha yoğun kullanılıyor, kullanılmakla kalmayıp daha etkin bir tedavi yolu olarak dikkat çekiyor. Hem veri madenciliği üzerinden kişiye özgü tedavilerin kullanımı hem de moleküler tıp günümüzde faal olan yöntemler. Geleceğin fotoğraf karesinde göründükleri alan ise her geçen gün daha da büyüyor…
Teknolojinin sağlık sektörüne olan etkisi her geçen gün artıyor. Bu katkının en dikkat çekenlerinden biri ise yeni geliştirilen görüntüleme teknikleri. Bu teknikler, özellikle kanserle mücadelede erken teşhisi sağlama açısından önemli bir rol oynuyor.
Kanserin oluşumu vücudumuzdaki kötü huylu tümörlerin yayılmasıyla paralellik taşır. İşte geliştirilen her yeni görüntüleme tekniği, bu tümörlerin daha erken tespit edilmesini, dolayısıyla sağlığımıza olan etkisinin daha az olduğu bir konumda tedavi edilebilmesini sağlamaktadır.
Yeni görüntüleme tekniklerinden biri olan hibrid görüntüleme bilgisayarlı tomografi ve nükleer tıptaki görüntülemenin birleşimi olarak tanımlanabilir. Siemens?in Biograph Molecular CT?si (mCT) bu alanda önde gelen örneklerden biridir. Burada vücudun tamamını tarayan bir tarayıcı olan Biograph, pozitron emisyon tomografisini (PET), üç boyutlu bilgisayarlı tomografinin X ışını görüntüleriyle birleştiriyor. PET taraması, hafif bir radyoaktif iz sürücü olan F-18 FDG?nin konsantrasyonunu ölçüyor. Radyoaktif iz sürücüler, tümörlerin etrafında yoğunlaşır. Glikoz metabolizması süreci boyunca F-18 parçalanarak daha sonra PET ünitesi tarafından algılanan ve bir görüntüye çevrilen fotonlara dönüşen pozitronlar yayar. CT ünitesi ise vücudun incelenen kısmının yüksek çözünürlüklü 3 boyutlu X ışını görüntülerini üretir. Tüm bu süreç, tümörlerin yerlerini ve boyutlarını gösteren bir görüntünün karşımıza çıkmasıyla sonuçlanır.
İlk olarak 2009 yılında uygulanmaya başlanan bu yöntem hem dünyada hem de ülkemizde yaygınlığını arttırıyor. Tümörün bulunduğu konumun ve boyutunun ortaya çıkması, kanserle mücadelede en önemli kriterlerden biri olan erken teşhisin kapılarını bize açıyor. Tümörün daha erken tespit edilebilmesi ise tedaviye daha erken başlanmasını sağlıyor. Böylece hem kanserin tedavi süreci kısalıyor hem de maliyeti son derece pahalı olan kanser tedavilerinin maliyeti düşürülebiliyor. Sektörün ortak görüşü, günümüzde akciğer, kalın bağırsak, deri, lenf bezi, meme ve tiroid tümörlerinin sorgulanmasında hibrid görüntülemenin önümüzdeki yıllarda daha yaygın olarak karşımıza çıkacağı yönünde…
Teknolojinin sağlık sektörüne önemli katkılarından biri olan yeni görüntüleme tekniklerine ilerleyen tarihlerde yeniden değineceğiz.